Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Erdoğan Bush mu, Obama mı yoksa başkası mı?

Aslında işin özü tiyatrodaki tek kişilik gösterilerde olduğu gibi. Sahnede birden fazla kişi olsaydı, herkes sahnenin bir yerini doldururdu. Tek kişi olunca sahnenin tamamını doldurmak da ona düşer haliyle.
Bakmayın siz Fehmi Koru’nun “Bir zamanlar Obama’ydı, şimdilerde Bush oldu” demesine. Kastettiği Erdoğan’ın politikasındaki değişim değil, yanlış yere bakıyorsunuz. Onunki kendi bulunduğu yeri belirginleştirme meselesi.
Eğer siyaseti bugünün medyasının yaptığı gibi kesit kesit alır ve en son kesiti öncekiler yokmuş gibi yorumlamaya kalkarsanız ortaya kaotik bir siyaset ve siyasetçi görüntüsü çıkar. Kimse de içinden çıkamaz.
Erdoğan’ın “söylemsel sörfünü” açıklamak için kimlik kavramını anımsamak lazım. Kimlik verili, değişmeyen bir kavram değil. Kimlik bir proje. Toplumsal ilişkiler içerisinde sürekli yeniden belirlenir. Bu belirlenimde ise “öteki”nin yeri önemlidir.
Erdoğan’ın siyasi gel-gitleri olarak yorumlanan söylemi “öteki”nin yokluğundan kaynaklanıyor.
Bir liderseniz kendinizi tanımlamak için sizi dengede tutacak başka liderin varlığına gerek duyarsınız. Moda örnekle, Obama bu kadar değerli olabilir miydi Bush ve onun kopyası McCain olmasaydı?
Eğer “öteki” alanda boşluk varsa siyasetin (Hükümetin) öznesi bu boşluğu da doldurmak zorunda kalır kendisini anlamlandırmak için. Bu durum da o özne için tehlikelidir. Sürekli “öteki”nin yerini doldurma çabası özneyi karmaşık ve çatışmacı bir kimliğe sürükler.
(“ ‘Mustafa’ filmin adı kendi başına ideolojik bir tanımdır” saptamamı anlamayan bir kısım yazarların yukarıda yazdığım “özne” ve “öteki” ilişkisini anlamalarını beklemek komik olur.)
Son kesiti bir yana bırakıp Erdoğan’ın önceki politik söylem kesitlerini bütün olarak anımsayınca, “öteki”nin/muhalefetin boşluklarını doldurma çabasını görmek mümkün.
Erdoğan’ın kendi siyasi yapısı içinde okuduğu şiirle Erbakanlaştığı olmuştur. Toplumsal söylemle Baykal olmuşluğu vardır. “Kürt sorunu”ndan söz ederken DTP lideri olmuşluğu da vardır. Hatta Büyükanıt sessizleştiğinde Genelkurmay Başkanlığına soyunmuşluğu vardır. Gül Cumhurbaşkanı olduğu ilk zamanlar suskunlaştığında o boşluğu da doldurmuşluğu da vardır. Şimdilerde ise “tek millet, tek devlet” söylemiyle milliyetçi cephedeki lider boşluğunda etkin bir Bahçeli olması kaçınılmazdı.
Tıpkı muhalefetin yokluğundan tartışma ve sözel mücadeleye girme boşluğunu köşe yazarlarına laf yetiştirerek doldurmaya çalıştığı gibi.
Erdoğan’ın tüm bu kimliksel yer değiştirmeleri Ahmet Necdet Sezer gibi bir muhalif kimliğin yokluğundandır. O günlerde “Ben Erdoğan’ın yerinde olsam Sezer’in görev süresini uzatacak önlemleri alırdım” diye boşuna demedim. O günlerde hep yazdım Erdoğan’ı Erdoğan yapan A. Necdet Sezer’dir diye.
Fehmi Koru’yu referans kabul eden neo-liberal takımın Erdoğan’ın Güneydoğu politikasının değiştiği, merkeze kaydığı noktasında söyledikleri yalnızca “an”a ilişkin değerlendirmelerdir. Bir de elbette ellerinden Güneydoğu konusunu alsanız yazacak pek bir şeyleri kalmayacağından olabilir.
Fehmi Koru’nun Erdoğan eleştirisini politik eleştiriymiş gibi almak politika yapma eylemini küçümseyen bir bakışaçısıdır. Abestir.
Koru’nun söylemini, son haftalarda Erdoğan’ın söyleminden farklılaşan Gül söyleminden ayrı düşünmek de politikayı küçümsemektir.
Bu arada çok bilmiş gazetecilerin yaptığı bir yanlışın altını çizmeden de geçmemeli. Neymiş, Erdoğan yeni politika tercihiyle etrafındaki en yakınlarını uzaklaştırıyormuş. Fehmi Koru hiçbir zaman Erdoğan’ın ekibinde yer almadı oysa. Koru’nun Erdoğan’a yakın görüntüsü yalnızca kazanan ekipte yer bulma meselesidir. Yoksa Koru kendisini her zaman Gül’e yakın tutmuş, bunu da hiç saklamamıştır.
Bir de elbette işin gazetecilerle siyasetçilerin kankalığı boyutu vardır ki bu, Türk siyasetini içten içe çürüten, çökerten bir hastalıklı durumdur. Ve bu ayrı bir yazının konusudur.

GELELİM “YAFTALAMA” MESELESİNE…
Zaman Gazetesi reklamlarını insanların yaftalanmasını reddeden bir konsepte oturtmuş. Uzaktan bakınca hoş görünüyor. Sosyolojik bir gerçeği iyi yakalamışlar.
Ama yakından bakınca pek hoş değil. Neden mi?
Birincisi, kendileri ciddi bir yaftalama fabrikası gibi işlediklerinden (böyle işleyen medyanın en üretken parçası olarak) inandırıcı olmaları zor.
İkincisi de yaftalamanın genelde ağır kişisel ve toplumsal sonuçlar doğuran bir işlevi olmasına rağmen şimdilerde, insanların rasyonel itirazlarını oluşturmaya da yarayacak kadar abartılmış olması.
Baksanıza medya üzerinden hemen herkes aynı anda iki farklı yaftayı alnında buluveriyor. Hem Atatürkçü hem Atatürk karşıtı, hem darbeci hem demokrat, hem liberal hem muhafazakar, hem ilerici hem gerici rahatlıkla olunabiliyor.
Başbakana “özgürlükçü Obama” yaftasını yapıştıranlar “demokrasi düşmanı Bush” yaftasını yapıştırmakta sakınca görmüyorlar. Yarın bambaşka bir yafta gelip diğerlerinin üzerine yapışıverir.

AKLIMDA KALAN
Ankara Üniversitesi merkez kampüsünde 24 saat yanan “bilim ateşi”: Her 10 Kasım’da Ankara Üniversitesi bahçesinde “bilim ateşi” yakılır. Mustafa Kemal’in akıl ve bilime verdiği önemi simgeler. 24 saat boyunca öğrenciler bu ateşin etrafında nöbet tutar. Asker nöbeti değil, şenlikli bir nöbet. Gençlerin kişisel tarihinde önemli, Üniversite tarihinde anlamlı bir tören. Bu kez de yakıldı bilim ateşi. Ankara’ya kış geldiğini 10 Kasım’da daha bir hisseder Ankaralılar. Akşamları Ankara’da daha keskinleşir soğuk. Bunu bilen erkek öğrenciler bir incelik yaparak, nezaket göstererek kız öğrenciler daha çok üşürler diye onların erkeklere göre daha kısa süre nöbet tutmasını teklif ettiler. Ama kız öğrenciler bu eşitsizliği kabul etmediler ve Atatürk için nöbet tutarken ayrıcalık istemediler. Bu durumdan hem çok duygulandım hem de “ah bu kadınlar kendi rahatlarını hep kendileri kaçırırlar” düşüncesi geçti aklımdan.

(Haberturk.com 11.11.2008)