Nuran YILDIZ

DALGALAR…

----- 17.06.2013 - 00:01 -----

İstanbul’a uçuyorum. Çarşamba gece yarısı. Başbakanın yakın çalışma ekibi de aynı uçakta. Gezi Parkı eylemcilerinin temsilcileriyle (!) Başbakanın yaptığı 4,5 saatlik toplantının sonrası.

İletişim ekibinin en önemli isimlerinden biri, koltuğunu değiştiriyor ve yanıma oturuyor. Birbirimize hatır soruyoruz. Gündeme geliyoruz.

Ne düşündüğümü soruyor. Düşündüklerimi 3 Haziran’da, tam 10 gün önce yazdığımı söylüyorum, “İyi niyet” başlıklı yazımı hatırlatıyorum. Gülümsüyor.

Durumun zorluklarından söz ediyor. İki önemli zorluğun kendilerini sıkıntıya soktuğunu anlıyorum:

Birinci zorluk. “Hükümetin karşısında tanımlanabilir ve temsil edilebilir bir yapı yok. Eylemciler o kadar farklı gruplardan ve taleplerden oluşuyor ki. Oysa iktidarın diyalog ve müzakere için bir muhattaba ihtiyacı var, muhattap yok” diyor.

“Görüşmeye davet ettiğiniz kişiler ‘biz Gezi Parkı eylemcilerini temsil etmiyoruz’ diyorlar, değil mi?” Başıyla sorumu onaylıyor, “Her biri birkaç kişilik bir grup adına geldiğini söylüyor.”

İkinci zorluk. Başbakanın üslubu ve çevresindeki o üslubu besleyen eski moda düşünme biçimi. Eski moda, Başbakana geri adım atmanın karizmasını çizeceğinin telkin edilmesi.

“Sen ne düşünüyorsun?” diyor.

Yüzümde acı bir tebessümle, “Benim düşüncemin ne önemi var, siz daha akıllı bulduğunuz insanlarla doldurmadınız mı medyayı” diyorum, “şimdi o sınırlı zekaların/ kapasitenin sizi soktuğu durumla karşı karşıyasınız.”

Aynı acı tebessüm onun da yüzünde beliriyor, “Ne diyorsun?” diyerek ısrar ediyor.

CNN International ekranlarında, Amanpour karşısında, Türkiye’nin, Mısır Başbakanıyla aynı kadraja sokulmasından ve alt yazı da “Taksim, Tahrir mi?” sorusundan son derece rahatsız olan ben, sıralıyorum;

Bir. Ne düşündüğümü daha olaylar genişlemeden yazdım. Madem “bu bir tezgâh” diyorsunuz neden sizden önceki siyasetçiler gibi olayları tırmandırmak için, yangına benzin dökmeye devam ediyorsunuz demiştim. Sizden beklenenin tersini yapmak, diyalog kurmak, uzlaşmak o kadar zor muydu?

İki. İnsanların değerleri var. O parktaki çocukların ayrı, onların anne ve babalarının ayrı değerleri var. Onların değerlerine saygı duyduğunuzu göstermeliydiniz. Söylemekle olmaz, somut adımlar atmalıydınız. İnsanlar sadece Gezi Parkı’na sahip çıkmıyor ki, Gezi Parkı’nı verirlerse, sıranın Atatürk Kültür Merkezi’ne geleceğini düşünüyorlar. “Bir dakika, olmaz” diyorlar.

Başbakan inadına, o merkezi yıkacağını söylüyor ve adını bile açık söylemek yerine “AKM” diyor. Bu noktada araya girdi, “Kendisine hatırlattık birkaç gündür Atatürk Kültür Merkezi diyor” dedi. “Yetmez” dedim, “Oradaki bina gerçekten çirkin ama insanlar ismine sahip çıkıyor, binaya değil. Onlara o binanın daha güzelini, aynı isimle yapacağınızın garantisini vermeliydiniz. Ve bu konuyu da ertelemeliydiniz.”

Üç. Yargı tam da size hareket alanı sağlayacak bir karar almışken, o gün bunu gerekçe göstererek geri adım atabilirdiniz. Tersine üzerine gittiniz.

Dört. Yanlış konuşma içerikleriyle, erimekte olan CHP’nin kanatlarına üflediniz.

Beş. Başbakanın karizmasına gelince. Erdoğan zorluklarla mücadele ederek karizma yarattı. Ama aradan on yıl geçti. On yılda tüm siyaset biçimi değişti. Bunu yakalayamadınız. Artık krizlerde, dalgalara karşı duran değil, dalgalarla birlikte yüzebilen liderler ayakta kalır.

“Bugün eylemcilerin profili 10 yıl önce, 9-10 yaşında olanlardan oluşuyor. Onlar Başbakanın duruşunu besleyen eski Türkiye’den habersizler” dedi. Onayladım.

Her şey hızla değişirken liderler bunun dışında kalamaz.

DEMOKRASİ VE SAYILAR

Az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki en önemli fark ekonomik göstergeler değil, demokrasi anlayışlarıdır.

Az gelişmişler, demokrasiye sayılar üzerinden bakar. İnsanlar sayılardır. Gelişmişler, sayılara demokrasi üzerinden bakar, olaylarda, çözümlerde duygu ve düşünceleri dikkate alır.

Başbakan Erdoğan mitingler düzenliyor. Yığın kalabalıklarla gövde gösterisi yapıyor. Referandumdan söz ediyor. “Siz o kadarcıksanız biz bu kadar çoğuz” diyor.

Sayıların hiçbir anlamı yok oysa. Bir ağacın kesilmesi yönünde diyelim ki bir milyon kişi onay verdi. Ve bir kişi, tek bir kişi “bu ağacı kestirmem” dedi. Demokrasi hangisinin yanında durmaktır?

Bu arada Başbakanın mitinglerinin nedeninin “dış mihraklara” gövde gösterisi yapmak olduğunu fark eden de görmedim henüz. Buraya yazdık ya, şu an itibariyle düşünce hırsızlarının bu cümleyi kapıp kaçağına bahse giren var mı?

RUHANİ…

İran’da. Reformcu Ruhani seçimleri kazandı ve cumhurbaşkanı oldu. Yumuşama ve değişim kazandı denebilir.

Ama en dikkat çekici olan, Ruhani’nin seçim sürecinde, İran’ın büyük düşmanı olan ABD ile diyalog kapısının açılabileceğinden söz etmiş olması. Düşmanıyla diyalog kurmaya yaklaşan liderler dünyasında, halkıyla diyalog kuramayan liderler düşündürücü değil mi?

ZEYNEL KOÇ’UN İSTİFASI…

TRT’nin programlardan sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Zeynel Koç’un istifasını sürpriz bulanlar, “şok istifa” diyenler var. Değil.

Hükümet çevreleri Zeynel Koç’un görevden alınmasını uzun zamandır istiyorlardı. O kadar ki, 1,5 yıl önce, İbrahim Şahin’in yeniden TRT Genel Müdürü olması gündeme geldiğinde bu talebi kendisine iletmişlerdi. Şahin, Koç için iyi direndi.

Koç’a bir süre önce “nereye gönderilmek istendiğinin” sorulduğunu biliyorum. O da geldiği yere dönmek istediğini söylemişti.

Koç istifa ettiğine göre, eski bir dostu olarak tavsiyem, dizi ve televizyon sektöründe kalması. Bu işi sevmiş görünüyordu ve iyi ilişkileri var. TRT yönetiminden ayrılınca telefonlarına çıkarlar mı orasını bilemem.

Peki Hükümet, TRT’nin iki numarasını neden istemiyordu? Görevden alınması neden bu kadar uzun sürdü? Bilemem, bilen varsa yazsın.

AKLIMDA KALAN

Aşk ve tutku üzerine çok zor bir soru: Yıllar yılı her aşk ve tutku öyküsü aynı iki sözcük etrafında dolaşır: Kendinden geçiş. Mantığı yoktur. Aklı yoktur. Öncesi, sonrası. Planı. Hesabı. Dünü. Yarını. Yoktur. Sadece bugündür. Başka insanlar yoktur, bir tek o vardır. Dünya ona doğru akar. O aldığınız soluğu üfleyendir. Kimin nesi olduğu önemsizdir. Sorumluluklar saçmadır. Yaşamak odur, o da yaşamaktır. Tony Blair bir kadına aşıkmış. Eski İngiltere Başbakanı. Düşünce kuruluşlarının vazgeçilmez adamı. Dört çocuklu. Sevgilisi olan kadın dünyanın en zengin adamının karısı. Umurlarında değil, aile, servet, dünya. Her şey iki kişilik. Başka bir durum: 45 yaşında bir kadın anlatıyor. 25 yaşında bir çocukla, pardon bir adamla birlikte. İkisinin de gözü dünyayı görmüyor. Genç adam “evlenelim” diye tutturuyor. Dünya umurunda değil, ailesinin itirazları da. Onu bir tek kadın durduruyor, o da zor bela. Adam durmadan ona çocuk olmadığını anlatmaya çalışıyor. O yaşında elde ettiği başarıları, önüne sunulan olanakları o aklıyla kazandığını söylüyor ve diyor ki, “aklım tüm hayatımı belirleyecek kadar gelişkin ve fazlaysa, seçtiğim kadının doğruluğuna karar veremeyeceğimi söylemeleri saçma değil mi?” Bence zor soru. Hem de çok zor.