Nuran YILDIZ

“YÜREĞİNE SOR”MA…

----- 19.03.2010 - 10:00 -----

Başlık Yusuf Kurçenli’nin filminden çıkma. Öyle olması sizi yanıltmasın, insanlara film tavsiye etmeyi saçma bulurum. Herkes bir filmi izlerken aslında kendi kafasındaki filmi izler. Kendi beklediklerini arar. Bulamazsa kötü, bulursa iyidir.

Filmler de aşklar gibidir yani, iki kişiliktir.

Konuya girmem şarttı. Benim bildiğim en tehlikeli önerilerden biridir bu “yüreğine sor” tavsiyesi.

(Yeri gelmişken belirtmem lazım “yürek”i, “kalp”ten yakın bulurum. “Kalp” derken organdan, “yürek” derken daha ötesinden söz ederiz sanki.)

Kimseye “yüreğine sor” demem ben, “kafanı kullan” demek daha akıllıcadır.
“Yüreğinin götürdüğü yere git” sözünü de içeriği için değil, taşıdığı şiirsellik için sevdiğimiz kanısındayım.

Yüreğinin götürdüğü yere gidip de aynı hızla dönenler bilirim. Dönmeyip orada kalanlar da “şimdiki aklım olsa…” der sıklıkla.

“Yüreğine sor” dememek lazım, ağır sorumluluk.

“Yüreğine sorma” sen. Yürek, başımızda kavak yellerinin estiği dönemde kalır hep, hiç büyümez. Serseridir, sigara dumanlarından yuvarlaklar yapar durmadan, uzandığı ağacın altında.

Yüreğine sorma sakın, gerçekle bağı hiç yoktur onun. Oysa hayat kocaman bir gerçektir!

Sorumsuzdur yürek, ceza ehliyeti de yoktur. Ama insanı durmadan suça teşvik edici olan kendisidir. Yüreğine sordun mu hapı yuttun demektir.

İlk itirazım filmin adına o yüzden. İkinci itirazım da fragmanındaki cümleye. “Aşk inancı, inanç aşkı sorguluyor” diyor ya, saçma! Aşk ne inancı sorgular, ne de inancın kendisini sorgulamasına izin verir. Aşk inancın ta kendisidir!

TÜRKİYE’NİN ÇİZGİLERİ

Geçen hafta Turhan Selçuk. Abdülcanbaz’ın bisikletine bindi gitti. Dün Bülent Düzgit. Martıların kanatlarında uçtu gitti. Böyle tesadüf olur mu? Oluyor.

Şişkin egolarından başka bir şeyi olmayanların krallığında, görkemli adların ve bolca hesap kitapların çokluğunda onlar azıcıktılar. Tevazuun ve adamlığın azlığındaysa onlar çizgileriyle çoktular. Şimdi, çizgilerini alıp bizi harflere koyup gittiler.

Ülkemin kırmızı, beyaz çizgileri gitti önce. Onlar karşı oldular Türkiye’nin çizgilerinin bir bir silinişine… Şimdi onlar da gittiler, hem de onların gölgesinde kendini adam sayanlar dururken…

BİR FASIL GECESİ…

Hani Fehmi Koru’nun meşhur fasıllı geceleri vardı ya… Uzak şehir İstanbul’da, hayatın kirinden arınmak için düzenlendiğini sandığım. Sonra da davet edilenler ve edilmeyenler olarak yeni kast sistemleri oluşturan.

Ankara’da yapıldı sonuncusu. Ben de davetliydim. Sevindirik olmadım çünkü İstanbul’da düzenlenen, epey ses getiren ve davet edilmek için birbirini yiyen insanların olduğu o ilk fasıla da davetliydim. Orada olmak için araya tanıdık koymaya kalkanların çokluğunu öğrenince tadım kaçmış, gitmemiştim.

Ben buyum, “çok satan”, “çok talep edilen”, “çok sevilen” bana ters geliyor. Sırf bu huyum yüzünden iyi romanları, iyi filmleri kaçırdığım olmuştur.

Bu kez fasıl gündemden düştü ya gitmeye karar verdim. Ortama aykırı, fasıla teşne bir halde Fehmi Koru’yu arayıp ruh halimi anlattım. Kendimi ona emanet ettim! İyi mi yaptım, kötü mü diye işgillenmedim değil, ama sonuçta hiç pişman olmadım. O kadar “önemli” şahsiyete rağmen (Bakanlar, milletvekilleri, Belediye başkanları, çok önemli işadamları, 4 gazetenin Ankara temsilcisi vs.) kendimi “özel konuk” gibi hissetmemi sağlayacak tüm ilgiyi gördüm.

Hadi işin dedikodu kısmını vereyim. Fasılın yemek kısmında sağıma Fehmi Koru, soluma Melih Gökçek, karşıma Bayındırlık Bakanı Mustafa Demir oturmasın mı? Ben onların dilini onlar benim dilimi bilmez! Havadan sudan konularla kurtardık neyse ki. Masada İstanbul iş dünyasının en sevdiğim kadınlarından Mukaddes Akça da vardı ve keyfimin kaçmasına hiç izin vermedi.

Fasıla geçtiğimizde kader yine ağlarını ördü. Bu kez solumda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu! O gün bu köşede AKP’yi bitirmesi muhtemel adam yazım dururken, Davutoğlu ile aramızdan su sızmaz yakınlıkta oturuyoruz. Müzik ilişkilerdeki pürüzleri ütüleyebiliyor. Gerçekten.

Bir ara Fehmi Koru’nun kulağına “Gazete yazılarınızla ülkeye faydanız var mı bilemem ama şu fasıl işini gerçekleştirmekle ülkeye faydanız olduğu kesin” dedim. Beni seviyor ya, sözlerimin iyi yanını alıp gülümsedi.

Gerçekten de kaybolup giden ilişkilerimizi, müziğin sesiyle yeniden bulan, birlikte (bir arada değil) şarkı söyleyerek ruhlarımızı tamir eden böylesi ortamlara ihtiyacımız var… Fehmi Koru ve arkadaşları özellikle de Erhan Köknar iyi bir şey yapıyorlar, inatla fasıl gecelerini sürdürerek.

Benim için en güzel an, sesinin hastası olduğum, “Çok aşığın var diyorlar” şarkısını dinlemeden gün geçirmediğim Melihat Gülses ile tanışmak ve onun benim bir adım ötemde şarkı söylemesi oldu.

En unutulmaz an ise restoranın tuvaletinde kilitli kaldığımda kapıyı açan da Melihat Gülses’di! Daha unutulmazı kapıyı açanın bir tek George Clooney olması olabilirdi. Bu kadının sesini o kadar severim işte…

AHLAKI YÜKSEK GAZETECİLER!

Merak etmeyin bu bir siyaset yazısı değil, medya yazısı. Yani siyasetten uzak, kişiliklerin meta olduğu bir ticaret yazısı.

Enis Berberoğlu, Fikret Bila, Metehan Demir…

Ortak özellikleri askerle söyleşi yapmak. Güya bu nedenle, yani askere yakın oldukları için başka yazarlar tarafından eleştiriliyorlarmış.

Ruşen Çakır, Nazlı Ilıcak, Mehmet Y. Yılmaz, Nuray Mert…

Onların ortak özellikleri de Başbakanın “Ermenileri sınır dışı ederim haaa…” sözünü Başbakan “görmesinler, medyada yer vermesinler” emrini yerine getirip kör, sağır ve dilsiz olmak...

İşte medyada durum bu. Şimdi bizden bu iki grubun hangisini daha ahlaklı gazeteci sınıfına sokacağımıza karar vermemiz isteniyor.

Ben kararımı verdim, eminim siz de vermişsinizdir..

AKLIMDA KALAN

Son günlerde bana sıkça sorulan soru: İletişim Fakültesinde hocayım ya, hep aynı soruyu soruyorlar. Hep aynı işkence anlayacağınız: “Köşe yazarları arasındaki bu çirkin üslupla birbirlerini boğazlamaya kalkmalarına ne diyorsunuz? Ne olacak bu medyanın hali?” Ergun Babahan ile Fatih Altaylı’nın kavgasını kastediyorlar. Elbette gözden kaçan bir başka kavgayı da ben ekliyorum, sorunun görünmeyen yanına. Nuray Mert ile Hadi Uluengin arasında geçeni. Onlarınki daha entelektüel kılıfa sokulmuş, daha hince. Soruyu soranlara, özellikle de öğrencilerime “Medya daha iyiye doğru gidecek, medyanın yarınından umutluyum” diyorum. Saflık derecesindeki iyimser yanıtım onların gözlerinin şaşkınlıkla büyümesine yol açıyor. Hiçbir anlam veremiyorlar. “Bu kadın kafayı mı yemiş” bakışlarını kısa kesiyorum ve ekliyorum: “Çünkü bundan daha fazla dibe inemez, o yüzden medyanın yarının ister istemez bugünden iyi olması kaçınılmaz.”