Nuran YILDIZ

BEDELİ KADINLARIN ÖDEDİĞİ ÜLKEDE…

----- 15.02.2010 - 00:01 -----

Son günlerde yaşanan üç olaya baktım. Ve dedim ki bedeli kadınların ödediği bir ülkede istediği kadar demokrasi nutukları atılsın yönetim şekli ilkeldir. Kabile devlet tanımına uygun düşer.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Meclis Başkan Vekili Güldal Mumcu’yu odasında uyarması mesela. Mumcu “Bu durum yürütmenin yasamaya tahakkümüdür” desin dursun. Konu, bir “kadın”ın odasına girilmesinde, cinsiyetçi bir bakışta kilitlenip kalmadı mı?

İlkesel bir tutum yerine cinsel bir söyleme toslayıp kaldık.

Başbakan Erdoğan’ın eşinin türbanlı olduğu için GATA’ya alınmamasında durum farklı mıydı? Başbakanın “Hanımımın başörtüsü” diye tutturduğu konu aslında “hanım” üzerinden siyaset yapmaktan başka bir şey değil.

Ya son yaşanan acı olay? Albay Erden’in intihar etmesine neden olan, eşinin konu edildiği tatsız iftira? Varsay ki gerçek olsun. Kadınlık onurunun gelip Albay Erden’in onuruna dayanması değil mi?

Yenemediğin adamı, bükemediğin bileği, baş edemediğin olayı kadınlar üzerinden yenmeye, bükmeye, baş etmeye kalkmak insanlık suçunun bir başka şekli olsa gerek.

Kadınların namusuna kafayı takan zat gerçek namussuz değil mi?

Albay Erden’in eşi hakkında üretilen haberler tüm kadınları hedeflemektedir aslında. Peki hangi kadın derneği, hangi feminist topluluk, hangi sivil toplum örgütü bu durumu kınamıştır? Bunu kınamıyor, protesto etmiyorlarsa savundukları nedir? Anlamsızlıkları işte burada, o yüzden hiçbir kadın derneğiyle hiç bir projeye imza atmadım, atmam!

BAŞBAKANA ALKIŞ

Başbakanın iletişim tarzını ilk günden bu yana onaylayan benden başka kimse yok sanırım.

Şimdiki şakşakçı korosuna bakmayın siz, 2002’de ben Erdoğan’a “karizması var” derken onlar bana burun kıvırıyor, Erdoğan’a “Tayyip” diyorlardı.

Genelkurmay Başkanı son derece haklı olarak “Ordunun morali bozuk” dediğinde tüm gözler Erdoğan’a döndü. Gözleri ona dönerken ellerini de ovuşturuyorlardı. Yine, yeniden kavga çıksındı istedikleri.

Başbakan “Bozuksa bozuk kardeşim!” diyebilirdi pekalâ.

Başbakan “Ordunun morali bozuksa medya yerine gelip bana söylenmeliydi” diye tavır koyabilirdi.

Başbakan “Yarın Sayın Başbuğ’a bu konuyu soracağım” da diyebilirdi.

Başbakan “Her türlü savaş durumuna hazır olması gereken ordunun morali nasıl bozuk olur kardeşim” diye posta koyabilirdi.

Öyle yapmadı. “Zaman zaman benim de moralim bozuluyor” gibi acayip insancıl bir laf etti. Org. Başbuğ’un ağır sözünü yumuşattı, önemsizleştirdi.

Futbol izleyenler bilir, hani iyi futbolcunun topu önce göğsüne alıp sonra ayağında yumuşatıp, sonra da rakibin gollük pasını taca atması gibi. Başbakanınki tam o hesaptı.

UMARIM…

Umarım öğrenciler bu dönem dersimi seçmemişlerdir, böylece ders açmak zorunda kalmam. Çarşambaya öğreneceğim.

Umarım benim ve ülkemin dj’i Hakan Gündüz sevgililer gününde elinde bir kırmızı gülle sevgilisinin karşısında dikilmemiştir. Karizmada çizilmedik yer kalmaz. Çok gülerim.

Umarım kalbimi çok kıran bir arkadaşım, tamir konusunda da kırma konusundaki kadar uzmandır. Su sızdıran bir kalp sağlıklı kan pompalayabilir mi?

Umarım “Belki sizi görebilirim diyerek kanal zaplıyorum” diyen okurları hayal kırıklığına uğratmam. Televizyon programı baskısı var da.

Umarım diyet yapmadan zayıflamanın, yoga yapmadan huzur bulmanın sağlıklı bir yolunu bulabilirler birkaç ay içinde. Yoksa “Bal arısı Tombik” (anımsayan var mı?) olmam yakındır.

ÖDÜL ENFLASYONU

Ben diyeyim ödül enflasyonu, siz deyin ödül deformasyonu. Son yıllarda ülkemizdeki ödüllendirme sisteminin geldiği nokta bu.

Uzun zamandır verilen ödüllerin şaibesi tartışılıyor. Çoğu zaman bu şaibelerin “ödül alamayanların jüriye isyanı” etiketiyle paketlendiğinden pek önemsendiği de yoktu.

Başarının ya da başarı teşvikinin ödüllendirilmesi yerini, “parayı basan, çevresi olan ödülü alır” düşüncesi aldı.

En son “İki Dil Bir Bavul” filminin başına gelenler bu şaibelere tüy dikmiş oldu. Bayındırlık Bakanlığı müziği olmayan bir filme “en iyi film müziği ödülü” vermiş.

Bana göre bir filmin müziğinin olmayışı böyle bir ödül almaya engel değil. Bazen müziksizlik, hayatın sesleri hayatın müziğini öne çıkarabilir.

Takıldığım nokta Bayındırlık Bakanlığı’nın ne diye filmlere ödül dağıttığı? Hadi filmin adı “İki Dil Bir Bina” olsa anlarım. Kurumsal iletişim açısından sorgulanması gereken bu.

Yine de ödüllendirme sistemini sorgulamak için iyi bir fırsat sunuyor bu olay. Ne ödüle değer bulunmayana kötü, ne de bol ödüllü olana iyi dememek lazım. Ben mi? Oldum olası ödüllü filmden kaçarım, bağlasanız karşısında oturmam. Doğam gereği kenarda duranı daha cazip bulurum:))

AKLIMDA KALAN

Bugün iki konu var aklımda kalan:
1. Bir anma ilanı: Siz ne yapıyorsunuz bilmem ama ben bir gazeteyi elime aldığımda oraya basılı her sözcüğü okurum. Vefat ilanları da buna dahil. Onlardan da çok şey öğrenirim, kim kimin nesiymiş gibi… Dün bir anma ilanı dikkatimi çekti, içime oturdu. Fikret adında biri Ayşe’sine seslenmiş: “Bugün sensiz geçen uzun beş yılın sonu. Seni çok ama çok özlüyorum…” Fikret’in “uzun beş yıl”ındaki “uzun”da o kadar çok “u” harfi vardır ki, saymak mümkün değildir eminim.. Ya da özlemini dile getirdiği “çok” sözcüğü zihninde milyonlarcadır. Sevgililer gününde yitirmiş sevgilisini. Her zamansız biten ilişki, her yarıda kalan aşk insanın sürekli kendini yutan girdabıdır diye düşünürüm. Sabırdan başka bir şey dilenemez…

2.Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir sözü: Avrupa Parlamentosu Liberal Grup üyesi İngiliz Parlamenter Andrew Duff Türkiye’ye karşı sert tavrıyla bilinir. Kimbilir belki de dedelerinden biri Kurtuluş Savaşı sırasında Ege’ye dökülmüştür. Bu kez de demiş ki “Kıbrıs sorunu çözülmezse Türkiye’nin AB katılım süreci biter.” Hani bir akademisyen olmanın sorumluluğu olmasa “Çok umurumdaydı” diyesim geliyor. Onların çözüm önerileri malumunuz, ver kurtul. Bizimki öyle değil. Yani en azından eskiden öyle değildi. Dolayısıyla Duff’un baktığı yön başka, bizimki başka da olsa bu defa haklı, Kıbrıs sorunu (eşit haklarla) çözülmezse AB’ye katılım sürecimiz bitsin zaten.